6 Şubat 2010 Cumartesi

KARABEKİR


KARABEKİR

Camiden geliyordu. Her zamanki gibi aceleciydi. İki yolun arasındaki ağaçlar kadar koca bir yüreği, iki yolun arasındaki ağaçlar kadar mutmain bir kalbi vardı.


Karabekir diye tanınırdı gençliğinde; Hacca gidip gelince adı “Hacı Bekir Ağa” olmuştu ma’şeri vicdanda. Beyaz sakalları onu tanıyanlarca yaşlılık alameti olarak algılanmazdı hiç. O hâlâ zihinlerde haşin, sert, inatçı Karabekir olarak yaşıyordu. Karaydı teni. Uzun boyu, heybetli yapısı, burma bıyıklarıyla bir külhanbeyi edası vardı gençliğinde. Hâlbuki yaşlılığında boyu çekmiş, omuzları daralmış, saçları tepeden dökülmüş; yanlarda kalan kabarık saçlarıyla sakalı aynı boyda ve aynı renkte -ki beyaz- tatlı, mülayim bir ihtiyarcık oluvermişti.


İnşaat ustasıydı kendini bildi bileli. Derin kireç yarıklarıyla dolu o sanatkâr elleriyle birçok yapıya hayatiyet verir; köprüler, camiler, fırınlar, evler elinde bir hamur kıvamında şekil alıverirdi.
Yalçın ve erişilmez yapısına rağmen evde hükümranlık hanımı Hürü’ye aitti. Hürü kadın, kocasının bin bir zorlukla kazanarak eve getirdiği para ve iaşeyi, en ekonomik, en verimli surette kullanır, olanca fakirliklerine rağmen ele güne muhtaç olmadan geçinip giderlerdi. Bunun burasında üç de çocuk okutmaktaydılar. Diğer yandan Hürü kadın’ın da ev ekonomisine -etti, süttü, buğdaydı, yumurtaydı- katkısı olurdu.


Misafire karşı hoşsohbet, sevecen bir Bekir Ağa görürdük. Ciğerinden gelen bir kıkırtıyla kesik kesik ama içten ama yapmacıksız gülerdi güldü mü. Onu gülerken görmek bir ömre değerdi biz evlatları nezdinde. Her zaman kükreyen, homurdanan, şimşekler çaktıran sanki o değilmiş gibi, soba kenarında ya da kucağınızda kıvrılarak mırıldanan mutlu, huzurlu ve uysal bir kedicik oluverirdi bazı anlar…



Bazen akşamın alacasında bahçemizin yola bakan cenahında bir bodur armut ağacına yaslanmış, “Birinci”sini düşünceli ama keyifle tüttürürken görürdüm onu. Yanına yanaşırdım sessiz ve fütursuzca. Şehrin yakınına yamacına iliştirilmiş -köy yaşamının sadeliği içindeki- hayatını irdelerdi iç aleminin gizli odalarında. İnce duman huzmeleri, tütün sarısı parmakları arasından bir yılan gibi kıvrılarak gözlerine kayar, acıyla yaşaran bal sarısı gözleri süzülür, süzülürdü. Bak, derdi bana kırpıştırdığı gözlerini kentin ufkundan ayırmadan: “Buralar altın olacak bir gün. Metresi milyar edecek; evler, dükkânlar dolacak buralara…” Anlardım kalbinin tahassürünü, içim acırdı birden. Kapı Camii’nin alt sahanlığı küçük dükkânlarla dolup taşmamış mıydı? Bir metrecik yerlere, merdiven altlarına dükkânlar kondurulmamış mıydı? Şimdiden ta o günlere hazırlık yapan babam, evin yola bakan odalarını müstakil dükkânlar biçiminde inşa etmiş ön cephelerini komple camekân olarak döşemişti. Birkaç küçük esnafın evimizin yol cephesindeki bu odaları kiralayıp bakkal, elektrikçi dükkânı çalıştırdıklarını bilirim



Camiden çıkmış eve geliyordu.Yorgun vücudu, beyninin emirlerine eskisi kadar sadık olamıyordu. İki yolun arasındaki yağmur kokuşlu topraklar kadar mütevazı, iki yolun arasındaki ıslak çimenler kadar hayat doluydu.


Konya’yı Çumra, Bozkır, Hâdim, Karaman gibi güney ilçelerine bağlayan yegâne karayolunun kenarında ikamet etseydiniz, her Allah’ın günü size de köye giden tanışlarınızdan birileri uğrardı muhakkak. Hacı Bekir Ağa olanca fakirliğine, garibanlığına rağmen sevilir, sayılırdı; aranılan bir dosttu her şeyden önce o…


Çocukluğumun televizyonsuz ve arkadaşsız karanlığında kendimi oyalayabileceğim tek eğlencem, büyüklerin sohbetini bir kenardan sessizce dinlemekti. O sohbetlere öylesine kendimi kaptırırdım ki, akşam olup kimin ne dediğini ev ahalisine geribildirimle anlattığım zaman kuvve-i hafızama hayran kalırlar ve yanaklarımı okşayarak “Aferin, teyp gibisin maşallah!” derlerdi.



Babamda müthiş bir tahkiye yeteneği vardı. Her şeyi hikâyeleştirerek anlatmaya bayılırdı. Genellikle inşaatlarda amelelerle, diğer ustalarla veya işverenle karşılıklı konuşmalarını, tartışmalarını bıkmadan, usanmadan anlatır ve “dedim - dedi”li anlatısı bir saatten evvel bitmezdi. Karşısındakinin huşu içinde bazen sesini çıkarmaya cüret etmeden başıyla onaylayarak dinlemesinden bilhassa memnun olur, coştukça coşardı. Bu arada filtresiz Birinci paketi yarıyı boylamış olurdu tütün sarısı parmaklarının arasında.


Köşemden babamı ve misafirlerini izlerdim sessizce. Biten çaylarını doldurdum. Misafirler, ellerindeki kaşıklarla çaylarının şekerini değil de sanki bardağı eritircesine karıştırır, bu tiz armonik ses ile babam, hikâyeye kısa bir ara verir, sigarasını tüttürmek için bu sefer tütün tabakasını çıkarır, tütünü ağır ağır kâğıda dolar ve diliyle ıslatarak yapıştırdığı “cigara” dürümünü önce misafirine ikram eder aynı hazzı alarak yavaş yavaş bir tane “cigara” da kendine sarardı.



Bu uzun hikâyeler birçok misafir tarafından ezberlenmişti artık ama babamın anlatma arzusu eksilmiyordu hiç. Bazı zamanlar keyifle yine bilindik bir hikâyesini anlatmaya giriştiği zamanlar olurdu; ama annem tarafından “Yeter artık aynı şiyi kaç kere anlattın!” diye uyarılırdı. Bu müdahaleye pek sinirlenen Bekir Ağa, ağza alınmayacak bir küfür sarf ettikten sonra oturduğu yer minderinde sağ ayak tabanını yere basıp dizini karnına doğru çeker, iki avucunu diz kapağında kenetler ve kaşları çatık, gözleri dalgın bir melüllük içinde susardı. İşte o an bal sarısı gözlerindeki damlayamayan yaşları görürdüm ben. İçine ağlamanın ne demek olduğunu görürdüm. Kahverengili - yeşilli hacı takkesinin altında küçülüp kaybolduğunu görürdüm babamın.Misafiri her kimse, konuyu değiştirmek için lafın gelişi birkaç soru sorar, mesela “Bağ bahçe nasıl, ürünler iyi mi?” gibisinden bir iki laflar; böylece Hacı Bekir’in ilgisini dağıtır, sonra da usulünce müsaade ister ve kalkar, giderdi.


Etraf karanlıktı, camiyle evin arası iki yüz metre var ya da yoktu. İki yolun arasındaki direkler kadar yalçın; iki yolun arasında esiveren rüzgârlar kadar gamsızdı.


Bazı müteahhitlerle yıllarca çalışmış olmasına rağmen sigortası ha bugün ha yarın diyerek yapılmamıştı. Sosyal güvencesi de yoktu. Karın tokluğuna çalışmanın faydasızlığını idrak ettiğinden midir nedir, bir gün Arabistan vizesi almasıyla Riyad’a uçuvermesi bir oldu. Yıllarca kaldı kutsal bellediği topraklarda. Çalıştı, evine para gönderdi, mektuplar gönderdi ucu hasret tüten. Mektuplarını okuyabilmek neredeyse imkânsızdı. Fakat kargacık burgacık yazısının içinden, ilkokulu yarıda bırakmış bir bozkır insanının ruhunu yansıtmaya yetecek kadar “sevgi, özlem, gurbet” kelimelerini sezmek zor olmasa gerekti. Bir de fotoğraflar koyardı her mektubuna Arap çöllerinde bir devenin sırtında kavruk bir çehre ile çekinilmiş. Kutsalını yaşamanın gururu, kutsalına kavuşmanın mutluluğu okunurdu yüzünden… O, yedi diyara korku üşüştüren, sallama kaması belinde genç,
kara yağız, heybetli Karabekir değil, Hacı Bekir idi artık, lokum kıvamında; habis benliğini çöl kumlarında yakmış, pişirmiş ve olgunlaşmış biri olarak…


Çocuk ruhluydu diğer yandan. Ben de öyleyimdir. Torununu sırtına aldı mı gözü dünyayı görmezdi. Kâh at olur yerde dört ayak yürürdü; kâh araba olurdu odaları dolaşırdı. Gönenirdim, mutlu olurdum oğlumdan ziyade ben. Evimiz, yazları uğradığımızda şenlenen bir yuva olmuştu, geçmişin duvarlarda birikmiş naralarına inat...


Kulaklarından ve burnundan bir parça kan gelmişti. İki yolun arasındaki taşlar gibi suskun; iki yolun arasındaki otlar gibi dingindi.


Lavabosu ve çeşmesi olmayan evimizde, babamın alüminyum leğen ve demir ibrik yardımıyla abdest alması özel bir ritüele dönüşürdü. Abdest suyunu getirmek için evin yakınında bir yerlerde kurulmuş olan tulumbadan su doldurmaya giderdik. Deve kuşu başını andıran tulumbanın mavi renkli büklümlü koluna bastıkça önce derinden “curk curk” sesleri gelir, sonra suyun boru içinde yavaş yavaş yükseldiğini hissettirircesine mesihane bir nefes işitilir ve sonunda tulumbanın ağzından buz gibi sular fışkırırdı. Su, basma hareketiyle koordineli olarak kesik kesik akmaya başlardı. Biraz kumlu ve yosunlu ama çelik soğukluğundaki suyu avuç avuç midemize gönderirdik. Soğuk suyu hızlı ve çok içmenin neticesi, midemizde ani bir kramp oluşur ve bir müddet eğildiğimiz yerden doğrulamaz, karnımızı tutarak kıvranırdık. Abdest almasında babama genellikle ben yardımcı olurdum. Mabeyinde abdest azalarını yıkaması için suyu ibrikten leğene doğru yavaş yavaş ve dikkatlice dökmeme rağmen her defasında babam tarafından suyu daha az ve daha dikkatli dökmem husususunda uyarılırdım. Ağzına ve burnuna hızlı el hareketleriyle su verdikten sonra yüzünü ve kollarını yıkardı. Avuç içine aldığı birkaç damla suyu kollarına öyle bir yayışı vardı ki buncağız suyla kıllarla kaplı kolunun tamamını nasıl ıslatmayı başarırdı, şaşar kalırdım. Abdest alması tamamlanınca kollarında biriken suyu yavaşça leğene sıyırırdı. Tabi bu arada kolundaki bütün kılların aynı hizada tarandığını ve şekil aldığını belirtmeliyim.


Savcı geldi, yol ölçüldü, zabıtlar tutuldu. İki yolun arasındaki bulutlar kadar beyaz, iki yolun arasındaki güneş kadar sıcaktı.


Yıllar onu pir ü pak bir ihtiyar yapsa da onun vücudu hala sıhhatli, hala kuvvetli idi. Abdest alırken kollarının her bükülüşünde pazularının nasıl şiştiğini görür, hayret ederdim.Akşam ezanının hızlı okunması gibi camiye koşar adım giderdi. Ramazan aylarında bile eline aldığı bir parça iftariyelikle mutlaka camiye gider ve cemaati kaçırmazdı. Açlığa talimli olduğunu mu gösterirdi bize yoksa nefis terbiyesinde alınacak merhaleleri mi, bilmem.


Cami çıkışı hızlı adımlarla eve dönmekteydi. O,hızla gelen arabayı görmemişti; Hızla gelen araba, onu görmemişti.Hatimesi güzel olmalıydı.Bir cami çıkışında abdesti ile namazı ile çıkmalıydı Yaratanın huzuruna. Velhasıl, hüsnü hatime ile bitirdi hayatını.
Cenazesinde kalabalıklar taştı.Tabutu omuzlarda hafif bir kuş olup uçtu.Nice veliler , kırklar yediler, bu saf kalbin illiyyuna yolculuğunu müşahade ettiler.


İki yolun arasındaki güvercinler gibi masum, iki yolun arasındaki serçeler gibi yalındı.
Babamdı...(Allah rahmet eylesin)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder