6 Şubat 2010 Cumartesi

GÜL ŞERBETİ


GÜL ŞERBETİ

Çocukluğumun esrarlı hazinelerinden biriydi kına gecelerinde doyasıya içtiğim gül şerbetleri. Şehre yakın olmakla beraber, köylerden aldığı göçlerle sonradan kurulmuş olmanın sosyal görüngülerini fazlaca üzerinde taşıyan mahallemizde, kına gecelerinin vaz geçilmezi olan şerbet geleneği, taşralı olmanın da bir alâmetifarikasıydı adeta.

Düz, desensiz, alüminyum tepsiler içinde, yan yana dizilmiş uzun, ince, sade ve yuvarlak cam bardaklarda pembe –gül pembesi- renkleriyle misafirlere biteviye ikram edilen gül şerbetinin tok, tıknaz tadı dimağınızda önce “ Hayır, bir daha içemem.” dedirten bir izlenim bırakır; sonra neden olur, nasıl olur bilemezsiniz, birden ikinci bardağını içerken bulursunuz kendinizi gül şerbetinin…

Kızılçakır, Sarıoğlan, Dedemler, Hisarlık gibi Torosların kuzey köylerinden aldığı göçlerle kurulmuş olan Karaaslan Mahallesi, kozmopolit yapısına rağmen, mahalle sakinleri dağlılık ortak paydasında birleşirlerdi. Çarşıda pazarda görseniz bir dağlıyı, ovalıdan kolayca ayırabilirdiniz; Çünkü dağlıların giyim-kuşam zevkleri Konya ovasının desenlerini değil, arka Torosların Akdenizlilik alametlerini taşırdı.

Emrullah ve eşi Güldene, bir dağ köyü olan Asarlık’tan gelip mahalleye yerleşenlerdendi. Köylerinin adı Hisarlık olmasına rağmen halk arasında “Asarlık” olarak ünlenmişti. Geçmişin o döneminde Karaaslan’daki yegâne iki katlı betonarme ev onlara aitti. Emrullah ve eşi Güldene, Almanya’da çalışır, yazları tatillerini geçirmek üzere mahallemize gelirlerdi. O ne geliş… Memlekete dönen her Almancı gibi, konu komşuya, hısım akrabaya çaylar, kahveler, gömlekler, pantolonlar, traş makineleri hediye ederlerdi.Yine mahallemizi abad ettikleri bir zamandı.Kızları Müslime’nin kınası yapılacaktı. Bu mahallede kına geceleri kız evinde yapılır. “Okuntu” adı verilen basmadan, kadifeden, pazenden kumaşlar, düğün davetiyesi olarak tüm komşulara dağıtılır. Evinde bulunamayan komşuların okuntuları bir tanıdığa bırakılırdı. Okuntusunu alan mahalleli gayet memnundur; Yüzlerindeki kirli sırıtışın altındaki ifade, kendine verilen kumaşın, komşusununkinden daha kaliteli olduğu fikridir.

Allı, yeşilli, pembeli, mavili kadifeler içindeki “dağlı” karıları, akşama doğru düğün evine sökün etmeye başlamışlardır. Güldene, konuklarını o eşsiz gülümsemesiyle kabul etmektedir. Bir dağlı karısından beklenmeyecek kadar beyaz tenli olan Güldene, orta boy, balıketi endamında, güler yüzlü, hoş bir kadındır. Torosların karları kadar beyaz ve yuvarlak yüzünün en belirgin özelliği, sağ yanağındaki irice bir benin uzun kaşlarıyla sağladığı siyah, simsiyah uyumdur.

İki katlı betonarme ev doldukça Güldene’nin telaşı da artmaktadır. Gelen konukların yaşına ve durumuna göre yeni odalar açılmakta, konukların altına rahat oturmaları için yeni kumaş yüzler giydirilmiş sünger minderler sürülmektedir. Şarklı kültürüyle donatılmış evin odalarında koltuk, kanepe aramak beyhude bir uğraştır, zira her oda ,kendi yalınlığı içinde, kabaca sıvanmış duvarlarına yaslanan duvar yastıkları ve konukların beğenisine mazhar olmuş Sille halılarından başka bir enstrümana sahip değildir.

Evin düz ve geniş odaları yavaş yavaş kadınlarla dolmaktadır. Çocuklar, daha çok kapı önünde ve bahçede örelenmişler; ikramları kaçırmamak için pusuda beklemektedir. Akşam olmuş, yıldızlar, ağustos böceklerinin davetini kırmayarak henüz arzı endam etmiştir. Kalabalıktan sıkılan çocuklar, elleri kına kokuşlu, kadife şalvarlı analarının eteklerinden çekiştirip sızlandıkça, ne iş yaptıkları, nereye seğirttikleri belli olmayan analarının, ellerinin tersini çocuklarının ağzına vurur gibi dokundurmasıyla “Susuvir gayri, bak şimdi lokumlu püsküğüt gelecek.” demeleri bir olur. Zavallı çocuklar yeşile çalan sümüklerini içlerine çeke çeke susarlar.

O sırada mahallenin hoca hanımı buyur edildiği yerde yeteri kadar süzüldükten sonra göz ucuyla kalabalığı süzmüş, yanına oturup saygıda kusur etmeyen dini bütün koca karıların teşvikiyle ilahiler düzmeye başlamıştır bile. Hoca hanımın yanık sesi odaların duvarlarında aksülamel yaptıkça, karınca ocağı gibi ırgalanan kalabalıklar bir anda durulmuş ve betonarme eve baygın bir mistisizm hâkim olmuştur. Odalardan odalara seğirterek lokum, bisküvi, şerbet dağıtan kızlar, ilahi sesi ile bir an oldukları yerde kalakalmış, bir yere kıpırdayamamış; sonra kayıtsız bir eda içinde, oturanların omuzlarını yara yara ikramlarını sürdürmüşlerdir.

Hoca hanımın kıraatını , o yıllarda henüz tanış olduğumuz ceviz kasa televizyonların siyah beyaz ekranlarındaki Diyanet hocalarıyla karşılaştırdığımızda, hoca hanımın sesinde alçalıp yükselen bir bir hüzün, bir feryat yakalarız. Kim bilir, hoca hanım belki de gülmeyen bahtına yanmaktadır, Amine’nin öksüzünün vefatını anlatan “Aman çeşme” ilahisini okurken…

Ortalığı bir anda kaplayan ulvi hava, hoca hanımın yanık sesiyle dalga dalga yayılmakta, odalardan mabeyne, mabeyinden de bahçeye taşmaktadır. Tavanda mütevekkil salınan lambanın ölgün ışıkları altında ıldırayan kadife şalvarlar bir anda yere çöküvermiş, hüzünlü bir hava ortalığı kaplamıştır. Bu dinsel lirizm altında konuklara sunulan şerbetler, gecenin meş’um havasını dağıtmak bir yana mahzunluğu, melüllüğü daha da artıran bir etki yapmıştır. Biz çocuklar, hoca hanımın mezarda ilk geceyi anlattığı ilahiyi yarın evlenecek kızın mutluluk hayalleriyle bağdaştıramasak da huysuzluk etmeyelim diye elimize tutuşturulan lokumları bisküvilerin arasına ezerek ağzımıza tıkıştırırdık..

Adab ve erkânı iyi bilen yaşlılar, oturdukları yerde hoca hanıma doğru dönerler, diğer odalarda kalanlar ise kıbleye doğru yönelerek diz çökerler, bakışları yere düşmüş, belden yukarısını huşu içinde ileri geri sallandırarak ne kadar vecd içinde olduklarını diğerlerine gösterirlerdi.

Bir ara, uzun boylu, kara, kuru bir kız elindeki şerbet tepsisiyle içeri dalar, gül kokulu şerbetini herkese mutlaka tattırırdı. Yaşlı karılar, şerbeti sünnet-i seniyyeye uygun olarak üç yudumda bitirmeye özen gösterirler; gençler ve çocuklar ise, bir dikişte bitiriverdikleri şerbet bardağını tepsiye bırakırlar ve varsa dolu bardaklardan birini daha kapmaya bakarlardı.

Elleri kınalı, yanardöner kadife şalvarlı kara, kuru bir kızın suratındaki iğreti gülümseyişle ve her önüne gelene “Buyrun.” temennasıyla sunduğu şerbetler, kirli, çatlak ellerde sıkıca kavranır, güz yanığı yüzlerde morarmış, handiyse karaya çalan dudaklara götürülürdü. Henüz dil şerbetin lâhuti tadını almadan, bu kirli yüzlerdeki görselliğe tezat teşkil edecek kadar beyaz dişler, uzun, ince şerbet bardaklarına temas ederek sadece içenin duyabileceği kristalize bir “Çınnn” sesi çıkarırdı ki ancak o çınlayışla bütünleşirse buruk gül tadındaki şerbetin şerbet olduğu anlaşılırdı.

Çocukluğumuzda akranlarımızla her secdeye vardığımızda kıkırdaşarak itişip kakıştığımız teravih namazlarının haricindeki tek sosyal katılımlı eğlencemiz, kına geceleriydi. Henüz ergenleşmediğimiz için kadınların eğlencesine katılmamızda bir mahzur görülmezdi. O tıka basa kadın dolu evde yanardöner kadife şalvarların içindeki genç kızlar, taze gelinler, olgun hanımlar sıkış kakış aralarından geçerken kalçalarına temas etmemize ya hiç aldırmazlar ya da omuz üstünden umursamaz bir bakışın ardından o gün manasını idrak edemediğimiz hınzırca bir gülüşle bize mukabele ederlerdi.

Yaz gecesinin bol yıldızlı semalarındaki aydınlık, o güne kadar albasması, cancaloz, ecinni hikâyeleriyle doldurulmuş dimağlarımızda deberen korkuyu huzura tebdil eden bir itminan yaratırdı. Bu gece hiç bitmeyecektir, yıldızlar gibi yanıp sönen allı, yeşilli, mavili şalvarların parıltısı, zihnimizde ebediyen şavkıyacaktır. Kadınlar kararlı adımlarla odalardan odalara, sofalardan bahçelere seğirteceklerdir. Gül kokusu ve gül tadı geceye damgasını vuracak; kınalanmış eller, kınanın iyice işlemesi için bezlerle, naylonlarla sıkı sıkıya sarılacaktır. Ve bu ulvi gecenin zihnimizde kazıdığı unutulmaz imgelerden biri de kınalı parmaklar ucundaki tepside sıra sıra dizilmiş uzun, ince, sade ve yuvarlak şerbet bardakları olacaktır.

Arka odalardan birinde şerbet servisi dolayısıyla hoca hanımın ilahilerine ara vermesini fırsat bilen bazı genç kızlar, şalvarlarının uçkuruna sıkıştırdıkları tahta kaşıklarla meydana çıkıverecek ve bir Konya türküsü eşliğinde oynamaya başlayacaklardır. Ortamdaki kasavet bir anda dağılacaktır. Kaşık şıkırtıları, az önce hoca hanımın ilahisine kendini kaptırarak sırat köprüsünün kıldan ince ve kılıçtan keskin olduğunu düşünen, ölümü kanıksamış yaşlıca kadınların dahi yüzünde bir tebessüm doğuracak ve aynı anda bu tebessümü ele güne karşı kendine yakıştıramayan koca karılar, oturdukları yerde tesbihlerine gömülecek ve ortamdan ilgisiz görünmeye çabalayacaklardır.

Kınalı ellerdeki tahta kaşıkların oluşturduğu ritim önce bozuk bir armoni oluşturacak daha sonra kızların göz teması kurmaları ve ritmi kavramalarıyla muhteşem bir ahenge dönüşecektir. En yaşlı ağacın dahi içine işleyen usare gibi kurumuş, sararmış, ölmeye hazır gönüllerde küllenmiş ateşleri yeniden yakan bu ritmik dans tınıları, suya atılan taş misali merkezden dışa doğru genişleyen halkalar şeklinde, tüm davetlileri saracak ve ortalık işte şimdi tam anlamıyla kına gecesine benzeyecektir.

Tabi bu duruma pek bozulan hoca hanım, yanındaki birkaç koca karıya artık gençlerde saygı ve iffetin kalmadığını, din ve imanın eksildiğinden dert yanacaktır. Neticede başımıza ya taş yağacaktır ya da kıtlık, deprem gibi afatlar…

Teybin cızırtılı sesine, kasetin de eskimiş olması eklenince çalan türkünün sözleri anlaşılamamaktadır ancak oynamakta olan genç ve cazibeli bedenler için artık ne sözün ne de müziğin bir önemi vardır: Allı, yeşilli, mavili fistanlar içinde biteviye dönüyor, dönüyor, dönüyorlar… Kaşığın ritmi, âdeta dönme kuvveti oluşturuyor. Bir lunaparktaki balerinin eteğinin gözünüzün önünden hızla akıvermesi gibi, allı yeşilli fistanların savleti artık gecenin ruhunu teşkil etmektedir.

Gece susmuş, ağustos böcekleri susmuş, yıldızlar susmuştur. Ortalık kaşıkların ritmine teslim olmuştur bu saatte. Hafiften mahmurlaşmaya başlayan gözlerde şimdi, keklik gibi seken bozkır kızlarının yansımaları vardır. Önceleri tek tek izlenebilen dans figürleri daha sonra seçilebilirlik özelliğini yitiriyor ve bir zaman sonra gözünüze kendiliğinden girmeye başlıyor. Neyi seyrettiğinizi kavrayamıyor, bir an nerede ve hangi zamanda olduğunuzu unutuyorsunuz.

Bu loş ve dingin hava tam sizi yutmak üzereyken, kaşık havası bitiyor. Terli kızlar, kaşıkların saplarını diğer elindeki kaşıkların saplarına birkaç kez sürttürerek tiz bir ses çıkartıp oyunu bitiriveriyorlar. Aynı anda alkışlar, gülmeler, çığlıklar bir birine karışıyor. Odaları derin bir uğultu kaplıyor. Terli vücutlardan odaya ağan kokular burnunuzda yer edinmişken kara, kuru bir kızın elinde şerbet tepsisiyle odaya girivermesi, odada yeni bir kokunun hükümranlığını başlatıyor: Gül kokusu… Ayakta duran, oturan kadınların ellerindeki gül şerbetleri bittikçe yenileri geliyor.

Gecenin selâmetinden ve konukların memnuniyetinden bizzat sorumlu olan Güldene, odalar arasında ha bire dolanıyor. Bir bakmışsın, mabeyinde yorgun sesiyle, şerbet dağıtan kızlara buyruklar yağdırıyor; bir bakmışsın hoca hanımın yanına gelmiş, cebine para sıkıştırırken görülüyor. Artık gece nihayetlenmek üzere. Bazı konuklar müsaade isteyerek kına evini terk etmektedir bu saatte. Cümle kapısının önünde bir yığılma oluyor. Ayakta dikilmekte olan Güldene’nin gözleri dalıvermiş uzaklara. Gözlerinden süzülen bir damla yaş, eline tutuşturulan ve henüz tadına bakmadığı şerbet bardağına düşüyor. Kızının mürüvvetine tanıklık eden Güldene’nin ağladığını görenler onu teselli ediyorlar. Onun gözlerinde yıldızlanan nemlerin mutluluk gözyaşları mı yoksa kızının terki diyar edecek olmasının hüznü mü olduğunu hiç bilemeyecekler. Belki bunu kendisi de bilmemektedir. Bir an kendini toplayan Güldene, hızlı el hareketleriyle gözlerinin yaşını sildikten sonra ipekli mendilini şalvarının uçkuruna sıkıştırıyor. Sonra elindeki şerbet bardağını ağzına götürüyor. Allı, yeşilli, pembeli kadifelerin ortasında kalan Güldene meraklı bakışlara metfun olarak şerbeti tadıyor. Diliyle damağının arasında bir müddet yutmadan emdiği şerbetin tadı ona denizlerin tuzu kadar kekremsi geliyor. Şaşırıyor Güldene. Kim bilir, belki de hayatında ilk kez gözyaşının tadını algılıyordur.

Mehmet TURAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder