30 Ocak 2010 Cumartesi

TIFIL





Çocuktum, ufacıktım
Top oynadım, acıktım.
Buldum yerde bir erik
Kaptı bir alageyik.


Ufacıktım, tefeciktim. Minik vücudum, cılız bir iskelet sistemi ve kemiklerimi örten bir deriden ibaret olsa gerekti. Evren Paşanın TV ekranlarında arzı endam ettiği yıllardı. Paşa, ekrana kurulmuş, cılız sesiyle ha bire nutuklar çekiyordu.
İlkokul beşe gidiyorum. Kara kuru bir tıfılım işte.

Evin en küçüğüyüm. Yüksek tahsil gören ağabeylerimin kitaplarını okuyorum. Başkaca bir eğlencem yok dense yeridir.Sokakta arkadaşım yok, TV’de TRT’den başka kanal yok, Onda da Kenan Paşa’dan başka bir şey yok!.. Bana okumaktan başka yol kalmamış. Her gün bir kitap bitirmekteyim. Ailem fakir, vücudum gıdasız. Sonra bir gün nabzım düşüyor, kalbim düzensiz çarpıyor. Doktora götürüyorlar beni; Doktor kayda değer bir bulguya rastlamıyor. Kitap okumayı yasaklıyor bana. Oyun oynamamı salık veriyor, vitaminler yazıyor.


Gariptir, Kenan Paşa da kitapları yasaklıyor. Sağcısı, solcusu okuduğu kitaplardan tespit edilip işkencelere maruz bırakılıyor. Hapishanelerden yükselen canhıraş feryatlar, siyasi mahkûmlar koğuşlarından. Halk panik halinde evlerindeki kitaplarından kurtulma gayretinde. Kimi, sevgili kitapcıklarını çuvallar içinde toprağa gömmekte, kimi bir elveda öpücüğü bile kondurmadan kalorifer kazanına atmakta.

Bense gayet cılızım. Belma Öğretmen rehberlik dosyalarına fiziki özelliklerimizi kaydediyor. Tartıyor öğrencileri, ben 21 kilo geliyorum. Gülüyor Belma Öğretmen. Benim bir bacağım 21 kilo gelir, diyor ve oturduğu sandalyeden eteğini yukarı toplayıp bacağını tartıya atıyor. Zavallı ibre, lobut gibi iri ve selülitli bacağın altında ileri geri çırpındıktan sonra, halecanlar geçirerek can veriyor ve 21 kiloda sükûn buluyor. Şaşırıyorum, Belma Öğretmen gülüyor. Ama bu benim suçum değil ki!..

Sonra ortaokul yılları. Ailemin imkânları beni okutmaya yetmeyecek. Ben okulu bıraksam bayram edecekler. Bense okumayı seviyorum. Yaz tatillerinde ailemin zoruyla ne güç işlere tahammül ediyor bu cılız vücut, bir bilseniz ah… Cam fabrikasında erimiş plastikleri cam kenarlarına yaymak, döküm fabrikasında kum kalıplara eriyik metaller dökmek, Yol yapım firmasında şantiyede formenlik yapmak, harman yerlerinde kamyonlara saman yüklemek, inşaatlarda demirden, kalıba; duvardan, betona amelelik yapmak. Yalnız, hangi işe gitsem, üç gün demeden beni işten çıkarıyorlar. Bu çelimsiz halime acıdıklarından değil; benden verim alamadıklarından…

Bir ara annemin ricasıyla motor ustası olan dayımın yanına çırak giriyorum. Dayım biçerdöverlerin motorlarına bakım yapıyor. O kocaman motorlar nasıl sökülüyor, nasıl indiriliyor, anlamıyorum hiç. Hurdalıkta pis bir dükkândayız, her yer yağ pas içinde. Dayım bana takımları gazyağıyla yıkama görevi veriyor. Ellerimin leğendeki gazyağına ilk teması ile ürperiyorum, garip bir duygu yayılıyor derime.

- Üstübü ver, diyor dayım motorun altından. Üstübü ne ola ki?
-On dört-on beşi getir, diyor; tek tek bütün İngiliz anahtarlarına bakıyorum, bulamıyorum dediğini. Dayım iş bilmezliğime kızıyor, yattığı yerden bir çalımla çıkıyor, ellerini tulumuna silerek gazyağı tavasına daldırıyor. Bir defada aradığı anahtarı bulup yüzüme doğru uzatıyor:
- işte on dört-on beş bu, diyor, Bir daha sakın unutma!


Her gün sabah yedide dayımın motosikletiyle işe gidiyoruz. Evlerimiz birbirine o kadar yakın ki. Günde bin lira verecek dayım bana. Öğlen yemeği yok; ramazan ayı, oruçluyuz. Yaz güneşi tepemizden vurdukça gazyağı kokusu içimizi bayıyor. Çay yok, dinlenmek yok. Dayımın motor altında kaldığı saatlerde kendimce uydurduğum oyunları oynuyorum. Gazyağı tavası içinde rulmanlardan çıkarılmış demir bilyeler döndürüyorum. Bilyeyi tavanın hiçbir kenarına değdirmeden çevirmek, çevirmek, çevirmek… Ben, ben değilim artık; Bilye, bilye değil... Belki stadyum içindeki pistte pedal çeviren bisikletçileriz; Belki araba yarışçılarıyız; Belki de yenilmez muharipler…


-Oğlum duymuyon mu ulan beni?!!
-Buyur dayı, diyorum koşarak.
-Levyeyi ver diyorum sana kaç saattir, diye homurdanıyor dayım. Hemen buluyorum, veriyorum. Artık materyalleri tanımaya başlamışım. Hırsını alamayan dayım yeni komutlar yağdırıyor:
-Çabuk, somunlarla cıvataları temizle. Pas mas görmeyecem ona göre!

-Tamam dayı, diyorum. Cıvata ve somunları gazyağı tavasına döküyorum. Zavallı bilyelerim boynu bükük yarış pistinden ayrılıyorlar. Elime aldığım bir parça üstübü ile cıvataların paslı gövdesini ovalıyorum. Paslar çıkmıyor. Yine ovalıyorum, çıkmıyor. Gücüm bu kadar diye düşünüyorum. Bir müddet sonra tava içindeki âlemde iki ordunun farkına varıyorum: Cıvatalar ordusu tavaya o kadar hakimane yayılmış ki, zavallı somunlar bir köşeye büzüşüp kalmışlar. Ben ezilenin yanındayım her daim. Kendime somunlardan bir başkomutan tayin ederek harbi başlatıyorum. Cıvatalar bu şanlı başkaldırıştan dolayı ilkin şaşalıyorlar. Bu şaşkınlıklarından istifade ederek düzgün atışlarla cıvata ordusunu geri püskürtüyorum. Fakat cıvatalar çabuk toparlanarak tava yüzeyindeki hâkimiyet alanlarını tekrar ele geçirmeye başlıyorlar.


İkindi ezanı okunuyor. Dayım motorun altından sürünerek çıkıyor. Bana yan gözle bir bakış fırlattıktan sonra çeşmede elini yüzünü sabunlayıp abdestini alıyor. Savaşı kazanmaya yetecek kadar vaktim var diye düşünüyorum. Somun ordularını cıvataların üzerine sürüyorum. Savaş kızışıyor. Dayım tehıyyata oturuyor. Bir taarruz, bir taarruz daha. Kazanmak üzereyiz. Esselamu aleyküm verahmetullah, dayım sağa selam veriyor. Hemen oyunu bitirip üstübüyü elime alıyorum. Esselamu aleyküm verahmetullah,sola selam. Üstübü cıvatanın gövdesinde dolanmakta. Dayım bir müddet beni süzüyor. Sonra yavaşça doğruluyor, seccade niyetine kullandığı düzgün kesilmiş tahta plakayı duvardaki yerine asıyor.

Evi özlüyorum,iftarda ne yiyeceğimizi düşünüyorum. Mönü zengin değil; Patates ve makarna arasında değişiyor. Fakat iftardan sonrası eğlenceli olmakta. Teravih namazını kılan konu komşu, hısım akraba her gece mutlaka bizim evin bahçesinde toplanırlar, kadın kısmısının yaptığı kek, börek ve kısırlar çayla beraber misafirlere servis edilirdi. Serin yaz gecelerinde yetişkinlerin sohbeti devam eder, ağustos böceklerinin cıvıltısı eşliğinde uzaklarda yıldızlar yanıp sönerdi. Karanlıktan korkmakla beraber bu anı yaşamaktan çok keyif alırdım.

Sonraki günlerde kendimi yine dayımın motosikletinde onun beline sarılmış, işe giderken bulurdum. İş yerinde bazen eski muhariplerimle vakit geçirir, bazen de muhayyilemde yeni yeni kahramanlar yaratırdım. Günler böyle sürüp gitti. Bir gün iş yerine bakımını yaptığımız biçerdöverin sahibi geldi. Biçerdöveri inceledi, motoru hakkında dayımla müzakerelerde bulundu. Bir an benimle göz göze geldi. Önemsenmek istedim, ama adam benimle ilgilenmedi. Kırıldım, kahırlandım.

Bir kaç gün daha çalıştık, iş bitti. Dayım, artık işe gitmeyeceğimizi söyledi. Sevindim. Hesap ettim, otuz gün yevmiyem var. Günlük bin liradan otuz bin lira yapıyor. Teravihten sonra dayım bize uğradı. Hesabı görecek, kalbim pır pır çarpıyor. Dayım cebinden buruşuk bir kağıt çıkardı. Gözlüğünü bilgece bir edayla taktı. İki öksürdükten sonra lafa girdi. Çekingen bir ifadesi vardı.
-Günde bin lira yevmiyen var. Ancak seni her gün motosikletimle işe götürdüm, getirdim. Dolmuşa para vermedin. Dolmuş ücreti 200 liradan iki gidiş, iki de dönüş eder sekiz yüz lira. Sana kalır günde iki yüz lira. Otuz günde ne eder? 6000 lira. Al paranı, deyip elini cebine attı. Bir anda hayallerim yıkılmıştı. Otuz bin lira ile eşofmanlar, toplar, ayakkabılar alacaktım. Altı bin liraya ne eder ki? Öfkeden yüzüm kızarmıştı sanırım. Sesim titreyerek:

- Sağol, dayı, diyebildim. Annem lafa girdi:
-Çocuk parayı ne yapacak Sami, sen ona çarşıdan bir saat alıvir, daha iyi olur,dedi. Dayım:
- Tamam abla, diyerek parayı cebine koydu ve gitti.

Saat alındı alınmasına. Ama o kadar iriydi ki. Bense öylesine cılızdım ki. Saat kolumu yere asılıyor, bulunduğu yerde misafir gibi duruyordu. Dayım saati kendi iri bileğine göre almış olmalıydı. Annem, saati dayıma geri verip daha küçük bir saatle değiştirmesini söyledi. Dayım saati aldı, götürdü. O, saati son görüşümüz oldu. Saat bir daha geri gelmedi. Saati ne annem sordu dayıma ne de ben…

Aradan yıllar geçti, öğretmenlik yaptığım okulda bir zayıf öğrenci gördüm mü yüreğim cız ediyor. Geçmişimi hatırlıyorum. Yaz tatilinde dayımı gördüm, zayıflamış, çökmüş. Bir zorlu kış günü bekçilik yaptığı çiftlikte bir köpeğin saldırısına uğramış. Burnunun bir kanadı kopmuş. Estetik ameliyat yaptırmaya para bulamamışlar.

Yağmur sepelemekte. Şehrin sokaklarını adımlıyorum yavaş yavaş. Yağmur taneleri alnımdan, gözümden siyim siyim süzülüyor.Ağlamak böyle bir şey olmalı. Belma Öğretmeni hatırlıyorum. Acaba bacağı gerçekten yirmi bir kilo muydu? Belki de bacağıyla tartıya yaptığı basıncı ayarlayarak yirmi bir kiloyu tutturmuştu. Gülümsüyorum. Dudağımda bir ıslık; Yaşamak güzel diyorum, İstanbul güzel…

04 Ocak 2010

Gaziosmanpaşa




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder